13 Eylül 2010 Pazartesi

SABIR NE YANA DÜŞER USTA, İSYAN NE YANA ?

Ustamla konuştuk geçenlerde.

        "Usta memleket nereye gidiyor, beni bir vesvese aldı " dedim,
         "Biz varız ve hiç bir şey olmaz... Eni sonu yine meydanlarda oluruz " dedi.

Eni olmamış mıdır bu işin.. sonu nerededir usta ?...
Sokaklarda olmanın vakti ne zamandır ?
Emperyalizm bundan 30..50.. 80 sene önceki acemiliğinde değil artık.
Artık Fransız askeri üniformayla dolaşmıyor.
Kadınlara kızlara tecavüz falan etmiyor.
Silahla gelip toprağını elinden almıyor.
Kültür değişiyor..insanlar değiş(tiril)iyor ..
O Fransız bayrağını tişört diye üstüne giyiyor Türk genci.
Kadınlar kızlar kendi isteğiyle yaptığını zannediyor her şeyi.
Toprağını parayla satıyor köylü.
Fransızı seviyor da.. Kürt'ü düşman belliyor.. "Evetçi" diye ayırıyor yan komşusunu bir kenara, "cahil" diyor.. "hain" diyor..
Amip gibi bölünüyor Türk insanı usta...

Sokağa çıkmamızı gerektirecek hiçbir şey açıkça olmuyor ve olmayacak.
Bir gün.. İstanbul' u Avrupa Birliği'ne teslim ediyoruz falan demeyecek kimse. İstanbullu değişecek.. fikren, kalben değişecek..

Yeni bir referandumla, Dünya Kültür Başkenti İstanbul, sınırlarını kaldırıp halk oyuyla kendisi teslim edecek dünyaya kendisini.
Zira kapitalizm artık açıkça emperyalizmin aletidir.
Bu aletin kabzası medya ( tv, internet vs ) tetiği de demokrasidir.
Her şey demokratik yollardan olup biter ve kimse sokağa çıkma vaktinin bile geldiğini anlamaz.
Ve bu arada usta hâlâ usta.. ama 90 yaşındadır.
         " Eheheeeaaayyt ! vatan gitti ulenn.. sokağa !! " der.

Torunu şöyle bir bakar ustaya..;

        "what the fcuk granddad ?! çok tatlısın yaa.. seni crabby ihtiyar senii..
         Vatan ne yaa.. tüm dünya bizim vatanımız bağnaz mısın dede ?! " der..

Bunlar olur usta biliyorsun. Hem de hızlı olur. Gençliğin.. 68 kuşağından 20 senede nereye vardığına bakarsan, süratini daha iyi anlarsın..( zaten anlıyorsundur ya :)

TV'da bir bilgi yarışmasında soruyu bilemedi 30 yaşlarında dünya ahiret bir bacımız geçenlerde..

               " I can't believe this !" dedi ..

Dün gece.. Türk Milli Takımı-ABD Milli Takımı maçında kenarda oturan yedek
oyuncumuz, arkadaşının attığı baskete, yumruğunu sıkıp karnına çekerek

               "yesss !!" diye nidalanmak suretiyle sevindi..

Ne zamandır bu işin eni, nerededir bunun sonu usta ?!
Bana kalırsa; eni boyunu geçmiş, sonu da tam ensemizdedir...

dedim...
Sustu...
Susuştuk belirsiz bir süre daha...

 13eylül2010




24 Ağustos 2010 Salı

Yeni Bir Dünya Düzeni...

Barışı savunmak her zaman barış getirir, buna canı gönülden katılıyorum.
Ama...
İnsanın tokat yediğinde öbür yanağını uzatacağı ve bu erdemli davranıştan etkilenecek binlerle, milyonlarla birlikte barış dolu bir dünya kurabileceği zamanlar değil malesef artık..
Zira artık demokrasi diye bir düzen var.
Ve bu düzen, çoğunluğun haklı olduğunu kabul ediyor, ettiriyor..
Ve çoğunluklar.. yine bu düzen tarafından; teknolojiyle, iletişimle, görsel ve yazılı basın ile sürekli yönlendiriliyor.
İnsanlar felaket senaryolarıyla korkutularak kalan "az" ömürlerini mümkün olduğunca kendilerine dair yaşamaya.. sürekli bir acele içerisinde çalışmaya ve aynı hızda "çalışarak kazandıklarını tüketmeye" alıştırılıyorlar.
Sürekli koşturarak.. daha çok tüketerek.. ve daha çok tüketebilmek için daha çok çalışmak zorunda kalarak..
İnsanlık hakkında, gelecek hakkında, hak, hukuk, adalet hakkında hiçbir şey düşünecek zamanları kalmadan yaşıyorlar.
Bu insan topluluğu içerisinde, bu "acımasızca savaşan insanlar" arasında "kalmamış maneviyatla" duygu dolu barışçıl bir dünya yaratmak mümkün değil. Zira sen tokadı yediğinde daha güçlüsünü atamazsan... seni savunacak, yanında olacak kimse kalmıyor.
İnsanlar güce tapıyorlar..
Bu sebeple.. eğer barış için bir mücadele yapılacaksa, güçlü olmak zorunda da kalınıyor. ( sistemin ölçülerinde güçlü )
Zira sen iyi niyet silahlarınla çıktığın yolda kafanın ortasına onlarca, yüzlerce, binlerce füze yiyorsun.. ve tüm iyi niyetinle oracıkta yok oluyorsun..

İşte burada çok ince bir nokta var..
Gücü elde edebilmek için, yine aynı iğrenç sistemin materyallerini kullanmak zorunda kalan barış yanlısı insanların bir kısmı...
o materyallerle iş görürken, sistemin büyüsüne kapılarak karşı tarafa geçiyor..
bir kısmı, sistemin böl-parçala yöntemleriyle ayrışıyor, birbirini yok ediyor veya durduruyor..
bir kısmı da.. saf ve redci bir inatla katılıma direnen azınlıklar olarak.. dişlileri birazcık olsun aşındıramadan parçalanıp eriyorlar sistemin dişlileri arasında.
Demem o ki.. eğer bu pisliklerin oyununu bozmak istiyorsak.. güçlü olmak zorundayız. Ve fakat aynı zamanda da bu yukarıda saydığım oyunlara yenilmeyeceğiz.
Yani.. kendini ve çevereni güçlü kılacak kadar paran olacak.. ama bu parayı kazanırken.. kazandığın süre içerisinde... insanlığını ve değerlerini kaybetmeyeceksin.
Sistemin en vahşi tezgâhı olan demokratik zeminde de güçlü olacak.. ve en baştaki asıl amacını unutmayarak sistemi değiştireceksin yeterince güçlendiğinde.
Veya..
Kaba güçle olacak her şey..
BARIŞSEVER insanlarca önce fiziksel hakimiyet sağlanacak ( ki çok kan akacak ama ).. sonra yine aynı "barışsever barbarlar" tarafından ADALET getirilecek dünyaya.
Bu iki yol çok mümkün gibi gözükmüyor değil mi ? Ama bir ümit işte.. belki olma şansı var..
Ancak .. apolitik olmak.. sisteme boykotla karşı durmaya çalışmak.. bunlardan daha atıl bir direniş gibi görünüyor günümüzde 
Zira.. %98 oy kullanan.. ve oy kullanmanın iyi, vatandaşlık görevi olduğunu düşünen bir çoğunluğun içerisinde % 1..2..3.., işte.. en fazla %3 olarak .. eriyip gidecek boykot yanlıları.


Sistemi görmezden gelerek yok etmek mümkün..
Ancak, çoğunluk bunu yapar ya da birisi çoğunluğa bunu yaptırmayı başarabilirse..
Bu da, yine aynı güce ihtiyaç duyuruyor..
Bütün bu söylediklerimin dışında.. ( Kürtleri yok saydığım ya da bunu istediğim için söylemiyorum.. ) :
"Kürtler bu oyunda yoksa ben de yokum" demek.. sistemin istediği bölünmeyi kabul etmek ve oyuna tam orta yerinden dahil olmaktan başka bir şey değildir. Kürt meselesine .. " Türk vardır ama Kürt de vardır" diye bakmanın devamı, bundan elli yıl sonra o günün meşrulaşmış Kürtlerinin " Kürt vardır ama Zaza da vardır" demek zorunda bırakılmasının ilk adımıdır.
İkisini de yok sayalım diyorum ben.
"Türkürt" diye bi millet olsun adı farketmez..
Ama illa ki birlikte olalım..
Birleşmek zorundayız.. !
Kardeşliğimizi hatırlamak zorundayız..!
Türkiyenin doğusundaki insanların; yokluk , sefalet ve baskı altında ezildiğini, hırpalandığını, tükendiğini, yok olduğunu ....ve fakat farklı gözükse de aynı şekilde.. batısındaki insanların da; “medeniyet” ve kapitalizm canavarı altında ezildiğini, hırpalandığını, tükendiğini, yok olduğunu farketmek zorundayız ...
Birleşmek zorundayız.


21 Ağustos 2010 Cumartesi

İki Fazıl Say...


     Fazıl Say'ın "Arabesk Yavşaklığı" çıkışıyla başlayan süreç içerisinde ve sonrasında bir çok yorum, bir çok yazı okuduk.
Bu süreç, Fazıl Say'ın karşısına geçen bir kısım medyanın ağır bombardımanı ile devam etti.
Sonrasında, Fazıl Say'dan "yalnızlık" ve "anlaşılamamak" mesajları. 
Facebook'ta kendisi tarafından yayımlanan iki yazıyı burada bulabilirsiniz.
Bu hengamede, taraf olmak değil ama, fikir ve tespit sahibi olma şansım oldu.


Aşağıdaki yazı, her fırsat bulduğunda acımasızca saldıran ve yine yavşakça bel altından vurmayı alışkanlık edinmişlere ve artık gelişmesi mümkün olmayanlara değil, hala bir şeyleri görebileceğini umduğum Fazıl Say'a hitaben "dost işi" yazılmıştır... 


Fazıl Say’ın moral ve motivasyonu çökmüş .
Fazıl Say, kendi hayat görüşüne göre, kendi bakış açısına göre;
“yapılması gereken doğru müzik”,
“olunması gereken doğru adam”,
“bakılması gereken doğru açılar”
belirleyerek sınırlar çizmiş ve bu sınırın dışında bıraktıklarını “ötekileştirerek” onlara hakaretâmiz yakıştırmalar yapmış, kaleminin namlusunu doğrultmuş karşıya.. basmış tetiğe.
Ve şimdi karşı tarafın namlusundan da ateş çıktığını gördüğünde ise morali bozulmuş.
Fazıl onlara “olmasınlar” derken faşist olmamış da kendisi, onlar “Fazıl olmasın” deyince faşizm olmuş bunun adı.
Uzun süre Avrupa ülkelerinde yaşayıp, oranın medeni (!) kültürlerinin, doğu kültürlerini tü kaka olarak dayatmasının altında ezilen ve bu kompleksini önce ve sadece kendi kültürünü aşağılamakla dışa vuran “Türk Aydını” gibi, ona da kolay gelmiş bu yoldan gitmek...
Sanki sanattaki, müzikteki yozlaşma sadece bu memlekete ait bir sorunmuş gibi, sadece bunu dillendirmek.
Arabesk müzik kötüdür, hoş değildir. Bunu kabul ederim ama, Amerikalı’nın Avrupalı’nın rezilliklerini de görürüm, söylerim ve sanki uzaylıymışcasına her gelen turiste de, anama babama ikram etmediğim ayranı ikram etmem.
Zira önce kendi memleketim, kendi insanım, kötüyse kendi kötüm, boksa benim bokumdur güzel olan benim için.
Zira gerçekten muhalif olmak, adaletli olmayı da mecbur kılar.
İnsanlık için çabalarken, onların haklarını savunurken .. sadece ezilen solcu yoldaşının, ya da sadece baş örtüsü taktığı için okuma hakkı elinden alınan kız kardeşinin hakkını savunup diğerlerinie yapılanı görmezden gelir, söylemezse, taraf olduklarının hakkını savunmaktan öteye geçemez insan .
Bu durumda, kitleyerek yumruk yaptığı parmaklardan diğerlerinde de olduğu gerçeğiyle karşılaşır er geç.


Fazıl Say’ı, İspanyol müziği ve belli bölgelerinde yaşanan hayatları için “Çingene Yavşaklığı” yakıştırmasını yaparken de görmek isterim.
Attığı tokatın karşılığını yüzüne yediğinde, aldığı 3-5 ödüle sığınıp ağlaması şımarıklığını da yadırgarım.
Ama.. 30 ‘du değil mi ödül ?
"Ee o zaman haklıymış adam kardeşim.." mi demeliyiz ?


Fotoğrafa bu açıdan bakıldığında, görünen 2 Fazıl Say var.


Birincisi, Piyano virtüözü ve bestekâr Fazıl Say,
İkincisi ise Atatürkçü ve bolca sosyolojik tespitler yapan "aydın" Fazıl Say.

Birincisi için çokça üzülmekteyim. Çektiği acıyı anlayabiliyorum ve destekliyorum.
Ama ikincisi için üzülmüyorum ve hatta öfkeliyim ona karşı.
Bu iki Fazıl Say'ın marazi birleşiminden oluşan, benim gözüme görünen Fazıl Say'ın handikapı ise;
iyi bir müzisyen olmanın, iyi bir sanatçı olmanın.. otomatik olarak iyi insan, doğru adam ve sözü her zaman dinlenmesi gereken bir "aydın" olmayı da getirdiğini düşünmesi.
Bu konuda ünlü bir kıssamız olmasına rağmen.. onu da okumamış, okumuşsa da uygulamıyor gözüküyor.

     Adam.. Kral olup kendisini ayağına çağıran oğluna der ki..
     - oğlum.. ben sana kral olamazsın demedim, adam olamazsın dedim..

Pekiyi Hisse nedir burada ?

KRAL OLMAK.. OTOMATİK OLARAK ADAM OLABİLMEYİ DE SAĞLAMAZ.

Kral olmak için başka emek..
Sanatçı olmak için başka emek..
Adam olmak için başka emek...
"Aydın" olmak için ise başka emekler vermek gerekir..
Aydın ve Atatürkçü olmayı sadece ve ille batıya yaklaşmakla karıştıran Sözde Türk Aydınlarına ve Fazıl Say'a, Atatürk'ün doğu medeniyetleriyle değil, emperyalist batı medeniyetleriyle savaştığını ve kendisinin aşağıdaki söylemini hatırlatmak isterim..

"Şark'tan ( doğu ) şimdi doğacak olan güneşe bakınız.
Bugün, günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan, bütün Şark milletlerinin uyanışını da öyle görüyorum. İstiklal ve hürriyetine kavuşacak olan çok kardeş millet vardır.
Onların yeniden doğuşu, şüphesiz ki terakkiye ve refaha müteveccih vuku bulacaktır.
Bu milletler bütün güçlüklere ve manilere rağmen muzaffer olacaklar ve kendilerini bekleyen istikbale ulaşacaklardır. Müstemlekecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerine milletler arasında hiç bir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağı hakim olacaktır.
Bu sözleri söyleyen Cumhurreisi değil,
sadece Türk Milleti'nin bir ferdi olarak Mustafa Kemal'dir"
Aydın olmanın, Atatürk'ün yolunu takip etmenin, anlatmanın gerekleri vardır.
Bu gerekler;
en az onun kadar emek vermek,
onun kadar cesur olmak,
onun kadar kararlı olmak,
onun kadar dürüst olmak,
onun kadar BİRLEŞTİRİCİ olmak,
onun kadar bilmek ve
en az onun kadar MÜTEVAZI olmaktır.

Bunlardan eksik kalırsanız, Cumhuriyet'i korumayı, balkonlara Türk bayrağı asarak evde maç seyretmekle oluyor sanırsınız günümüzde olduğu gibi.

Fazıl Say "arabesk kültür ve yaşamdaki yozlaşmaya" karşı durduğuna göre, bu tavrı aldığına göre saldırıya uğrayacak.. dışlanacak..hakarete uğrayacak.. yalnız kalacak.
Ama o, doğruları anlatmak istediği güruhu dışlamayacak.
Dağıtıcı değil, birleştirici olacak.
Ötekileştirmeyecek, birliktelikler sağlayacak..
“Sen.. siz.. yaptınız “ demeyecek.. “Birlikte yapalım” diyecek ..

Bütün bunlara rağmen saldırı yine olacaktır..
Zirai yavşaklığa savaş açmış  bir "aydın" ın kaderidir bu.
Buna katlanamıyorsa, yalnızlıktan korkuyor, saldırıdan yılıyor ve hep..
sadece alkış bekliyorsa, yüzünü sadece piyanosunun başına, sahnelere dönecek.
Orada alkışlıyor herkes zaten..

Kısa olmadı değil mi ? Dedim ya... bu işlerle uğraşmak.. emek ister... 

....balayina isyan....



20 Ağustos 2010 Cuma

Dost...

Kaybetme korkusuydu içime işleyen..
İşleyen demir ışıldardı..
Işıldardı ateş ama keşke yakmasaydı..
Yakmasaydı aydınlanmazdı karanlıklar..
Karanlıklar içinde bir çıkmaz sokaktaydım..
Sokaktaydım.. önümde korku, arkamda dostum hüzün...
Dost.. gitmesin gözümün önünden yüzün...


....balayina isyan....
     ağustos2010

1 Ağustos 2010 Pazar

Yalnızlık...

Kör karanlıkta tek sıra yürüyordu tonlarca insan...
Herkes önündekini görüp cesaretlenebiliyordu.
Bir kişi hariç, en öndeki.
Ama yolu da bir tek o görüyordu.
...

Ağlamaya gerek yok..
Ağlayacaksan arkalara doğru geç.. Kalabalığın olduğu yere..
Yalnızlık iyidir...

....balayina isyan....

27 Temmuz 2010 Salı

Yenilmek...

Eğer yaşıyorsan, hala yenilmemişsin demektir..
"Yenildim" diyorsan... Kazanmaya zaten hiç inanmamışsın demektir...
Yenildiğini söyleyerek, attığın adımı devam ettirebilecek "diğerleri"nin de önünü kesmiş olmak..
Yenilginin ta kendisi, asıl budur işte...

....balayina isyan....

17 Temmuz 2010 Cumartesi

BELKİ...

Ayağı takılmış, düşmemek için tökezleye tökezleye kontrolsüz adımlar atan ve her adımında etraftaki eşyalardan birine çarparak herşeyi kıran bir adam gibi hissediyorum kendimi.
Belki.. bir an önce düşmeden dengemi bulabilsem veya en kısa zamanda düşsem de.. yeniden kalkıp en azından şu kırdıklarımı temizlesem daha iyi olacak..
Kaldı ki, yeniden yürümeyi düşünebileyim..

14 Temmuz 2010 Çarşamba

İNSANİYET...

Yapabileceğim en tehlikeli şeyi yaptım.
Kendimi düşündüm. Neyi ne için yaptığımı...
İnsanı düşündüm, dünyayı… Ve bu noktaya nasıl geldiğimizi.

Bomboş bedenlerimize giydirdiğimiz bu elbise ve doğduğumuz gün bize hediye edilmiş kafamızın içine soktuklarımız ne de bol geldi bize !?
İnsan diye adlandırdığımız bu yaratık. Yani biz... Her birimiz...
Olanı değil de olmasını istediğimiz şeyi görmeyi ne zaman seçtik?
Ne zaman çocuklarımızı çok sevdik, onları “ küçük birer biz ” yapmaya uğraşırken?
Onlara “sevgi” diye verdiğimiz şeyin, aslında sadece kendi kişisel tatminimizi sağlayan en sahtekârca sahiplenme ve hükmetme duygusundan başka bir şey olmadığını, ilk ne zaman görmezden gelmeye başladık?

"En doğrusu"nu nasıl biz bildik hep?
Bedensel ve zihinsel gelişmenin bedeli olarak neden ruhumuzu ve insanlığımızı verdik?
Ve bugün niye buradayız?
Tam bulunduğumuz bu yerde...
Tüketmenin ve tükenmenin tam ortası.
Sadece malı değil... Sevgiyi, saygıyı, nefsi, ruhu, insanlığı tüketmenin en yüksek noktası...
Uygarlık! ... Adı bu.
Kendi kıçını kurtarma sanatı...
Duygularını gizlemenin maharet sayıldığı, “ihanetin imparatorluğu”nu kurdu insan.
...Ve şimdi artık... Asıl ve ilk önce yıkılması gerekenin bu olduğunu görecek gözü bile bırakmadı arkasında.
...Ve şimdi artık... Çığrından çıkmış bu acımasız sistemin yerine konabilecek yeni bir şey olmadığı için, hala ayakta bu vahşiler. Ki büyütüp besledikleri canavar kendi etlerini de kopardığı halde.
     Yozlaşmış kültürleri, insanlık cahili çocukları, tatminsiz karıları, iktidarsız, erkeklikten uzaklaşmış, metro seksüel kocaları ve hatta cinsiyetsiz komşuları vasıtasıyla...
Çünkü hala; insanı kontrol edecek, yönetecek, kullanacak, acımasızca sömürüp yağını emerek posasından bile faydalanabilecek yeni bir sistem yok ortada.

"İnsan"ın kendisine yaptığı bu zulmü, hiçbir canlı bir başkasına yapmadı.


Bir dakika sonra boğazındaki son nefesini çekip alacağı ceylana ölümü tattırırken, onunla oynaşmasında bile bu kadar acımasız değildi Aslan kendisine.
Sadece ceylana çektirdi acıyı Azrail’in kılıcı iken.
Aslan... Eğlenir, doyar, güçlenir, gider... Yediği ceylan zarar veremez ona.


Zira içeriden organlarını kemirebilecek hiç bir canlıyı yemez hayvan...
Hiç bir suyu içmez...

İnsan ise; adına her “gelişme” ya da “uygarlık” dediği şeyin, dönüp dolaşıp kendi yaşantısına, kişiliğine, ahlakına vereceği zararı görebilmekten bile aciz bırakmıştır kendisini.
Bu sebeple... Hayvandan daha şuursuz, daha zavallı, daha savunmasızdır “kendisi” karşısında.
Zira aklını, mantığını geliştirirken; içgüdülerini de köreltmiştir aynı zamanda... Ki o zehirli suyu içer...
Kendi elleriyle boyadığı, güzel kokularla bezediği, tatlandırdığı o zehirli suyu..
Kendisi koyar bardağına... Ve içer...


....balayina isyan....

13 Temmuz 2010 Salı

Kapitalizm ve Kürt Meselesi

Kapitalizm nasıl yayılır ve çalışır?



     Kürt–Türk çatışması denilen bu sunî çatışmanın altında yatan gerçek; sanırım bu sorunun cevabını bulmamızla zihinlerimizde daha aydınlık bir yere oturacaktır.

Bugün dünyaya kapitalizmi yayar gözüken ve bu yolla hakimiyet kurmuş olan ABD, öncelikle planlarını 100 yıllık periyodlara bölerek yapar. İşte bu yüz yıllık periyodlar içerisinde; Türkiye’nin ABD tarafından açıkça izlenmeye başlaması tam olarak Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına rastlamaktadır.

     Atatürk'ün Sivas Kongresi'ne kadar Cumhuriyet fikrinden kimseye bahsetmemiş olması sebebiyle, bu tarihten önce; Osmanlı’nın yıkılışından sonra kurulacak ülkenin yönetim şekli tartışılıyordu.
Bilindiği gibi kimi İngiliz mandası olma kimileriyse Amerikan himayesine girme fikirlerine yakındı. Hatta Sivas Kongresinin başlamasıyla, başında bir general olmak kaydıyla ABD’ye ait bir heyet Türkiye’ye gelip incelemeler yapmıştı.
Bu incelemeler, ABD’nin bu kadar karışık iç meselelere ve ortadan kaldırmaya ya da hükmetmeye güçlerinin yetmeyeceği bir lidere sahip bir ülkeyi himayelerine alamayacakları kararıyla sonuçlandı. Ancak ilişkiler hep sıcak kaldı. İşte o gün Türkiye’ye tabiri caizse “bulaşmayan” ABD, aslında 100 yıllık planını uygulamaya başlamıştı.
1974 yılına kadar Türkiye’yle hep dostane ilişkiler içinde oldular.
Fiilen sonlanmış bir Dünya Savaşını atom bombası atarak yeniden sonlandıran ve askerî hakimiyetini tüm dünyaya kabul ettiren ABD, ”fırsatlar ve özgürlükler ülkesi Amerika” sloganı ile, kapitalist yaşam biçiminin güzelliklerini de bir simulasyon olarak medya vasıtasıyla üçüncü dünya ülkelerine yayıyordu. Kendisi dışındaki tüm topraklarda çıkması muhtemel her türlü çatışmayı körükleyen, hatta bizzat çıkartan ve o topraklarda yaşayan mutsuz insanların ülkelerinden göç almaya başlayan bu devlet, yıllarca sağladığı beyin ve kültür göçleriyle bir millet haline geldi.
“ABD üzerinde yaşayan ve onun için çalışan herkes Amerikalı’dır ve eşit haklara sahiptir” söylemini geliştirerek tüm dünyaya yayan ülke yine O’ydu.
Ve fakat aynı ülke aslında kendi derin devleti vasıtasıyla derin devletinin kriterlerine uymayan kimseye yaşama hakkı vermiyordu. Örneğin Yahudi bir isim ve soy isminiz yoksa ticaret yapma şansınız yok gibiydi.
O tarihlerde; Amerika adına sporda, sanatta, bilimde türlü başarılar gösteren, o ülkenin bayrağını sallayan birçok kişi, zenci oldukları için kafelere restoranlara alınmıyorlardı bile.
     ABD, başka birçok üçüncü dünya ülkesi gibi Türkiye’den de özellikle siyasetçi, bürokrat ve bilim adamı yetiştirme konusunda göç aldı.
Yani eğer ülkenizi yönetmek istiyorsanız mutlaka kapitalist sistemin öğretilerini alacağınız bir son göreviniz olacaktı. İşte artık bu yöneticiler vasıtasıyla, meclisten çıkan her türlü karar kapitalist sistemin temsilcisi olan ABD’den onaylı oluyordu.


Temel amaç, eğitilmiş gözüken fakat cahil bırakılmış halklardı. Ancak bu sayede ülke medyasının inanmanızı istediği şeylere kolayca inanabilirdiniz.

Kapitalist sistem, gözünüzün gördüğü ve hatta görmediği her şeyi kapitale (sermayeye) dönüştürme eğilimindedir. Bunu depolar, reklamını yapar ve satar. Satışı yaparken birinci amaç daha fazla kâr elde etmektir.
Bunu sağlamak da ucuz işgücünden geçer.
Ucuz işgücünü artırmak sınıfları artırmaktan geçer.
Ne kadar eğitimsiz, fakir bırakılmış topluluk varsa o kadar da ucuz işgücü var demektir.
Bu toplulukların bilinçlenmesini önlemenin yegâne yolu ise onları ayrı tutabilmektir.
Bunu başarmanın tek yolu ise onlara bir alt kimlik kazandırmaktır.

Kapitalist sistemin işine gelen;
fakir ve ezilen Kürtler,
Avrupanın Kürtleri Türkler ve bunun gibi
toplumlar içinde ezildiğini zanneden (ve hatta ezilen) toplumlar yaratmaktır.

Bu toplumların hepsine ulaşabilip ticaretini hepsiyle yapabilmek içinse, kapitalist sisteme yegâne lazım olan kavram evrenselliktir.
Evrensellik içinde büyüyen Irkçılık...


     Kürtler diye oluşturulan bu kimlik, bir gün mutlaka yasal bir yapı kazanacaktır. Ve fakat gün gelecek onlara da ‘Kürt Ulusalcılığı’nın ne kadar çağ dışı olduğu dayatılacaktır.
Bugün sadece bir alt kimlik olan Kürtlük, yarın içinden x-kürtler adıyla bir alt kimlik çıkartılmış ve kendi vatandaşlık kavramını tartışan bir ulusa dönüşecektir.
Kapitalizm; yönlendirici ülke olan ABD ve ona karşı korunmacı ve paylaşımcı bir birlik olarak duran Avrupa Birliği’ni kurmuş olan ülkeler dışında kalan diğer tüm ülkelere, evrenselliğin (globalizm) doğruluğunu ve gerekliliğini anlatmasına rağmen, tam tersi olarak kendi içinde milliyetçi muhafazakâr bir bakış açısına sahiptir.

Demokrasi adına ülkeler işgal eden,
barış için atom bombası atan,
özgürlük için sansürleyen bu sistem,
kendi içinde birçok tezatla birlikte "şimdilik" yaşamaktadır.

İşte yukarıda sayılan tüm bu unsurlar ışığında kendisine gösterilenden başkasına inanmaya cesareti ve bilgisi olmayan halklar kolayca tahriklere kapılabilir, sunî gündemlerle sürekli meşgul tutulabilir.
     Bu bağlamda Kürt Sorunu denilen sunî soruna bakıldığında çok da farklı bir manzara çıkmaz karşımıza.
Asıl sorun; Güneydoğu illerimizdeki insanlarımızın okulsuz, doktorsuz, yolsuz, elektriksiz, hizmetsiz ve hatta aç bırakılmış olmasıdır.
Yıllarca hükümetlerin bilinçli olarak hizmet vermekten kaçındığı bu bölgelerde yaratılan terör ile başa çıkma işi, sadece savaşmayı bilen ordulara bırakıldığında o bölgelerde bolca acıdan sözetmek de pek muhtemel olacaktı ve oldu da zaten.

     Ancak bunun yanında; Türkiye’de bir Türk Irkçılığından bahsetmek söz konusu değildir.
Zira Irkçılık; genetik veya toplumsal özelliklerinden dolayı belli bir grubun kıskanılması, ya da ondan korkulması sonucu o grubun dışarı atılmaya çalışılması durumudur. Dışarıya atmanın son kademesi ise öldürmektir.
     Güneydoğu illerinden birinde doğdu, Kürtçe konuşuyor ya da “ben Kürt'üm” diyor diye kimse dışlanmamıştır bu memlekette ( göstermelik istisnalar kaideleri bozmuyor maalesef ).
Bu insanlar; Türkiye’nin tüm illerinde kardeşleriyle beraber ticaret yapmış, para kazanmış, harcamış, profesör, doktor, asker, siyasetçi, bürokrat, başbakan, hatta cumhurbaşkanı olmuşlardır.

Mahallelerimizde çocukluklarımız Kürtçe konuşan ve bizimle yaşayan arkadaşlarımızla, okul hayatlarımız ve daha sonra da iş yaşantılarımız yine bu insanlarla barış içinde süregelmiştir. Pekiyi şimdi ne olmuştur da bu birlik bozulmuştur?

Beşer, onar, yirmişer milyonluk sınıflara ayrılmış alt kimliklerle başetmek; Türkiye Cumhuriyeti adı altında birleşmiş, ortak dili konuşan ve birbirine vatandaşlık bağlarıyla bağlı 70 milyonluk bir ulus ile başetmekten daha kolaydır kapitalizm için. Bu sebeple, bu ulusu oluşturan unsurlar, farklı sebeplerle ayrılmaya, çatışmaya yönlendirilmektedir.

Türkiye’yi yöneten kurulu tüm kadrolar, zaten kapitalist sistemin yetiştirdiği Türk vatandaşlarıdır; yaptıkları ya da yapmadıkları şeylerin, uyguladıkları (adına devlet politikası dedikleri) politikaların sonuçlarının vahşi kapitalizme nasıl hizmet ettiğini bile anlamaktan aciz Türk vatandaşları...
İçlerine iktidar hırsı verilmiş, önce kendi paçasını kurtarmak derdinde olan bu insanlar, yine diğer bir iktidar hırsı içindeki Kürt muhalifleriyle karşı karşıya getirilirler.
Güneydoğu halkı “açız” diye haykırırken onlar federasyonlardan, açılımlardan bahsederler.
Ve işte karın doyurmak için ortaya alevli sıcaklar.
Şemdinli olayları, Ergenekon davaları, terörist saldırılar, linçler, kavgalar, gürültüler...
"Şef " in özel mönüsünden.
Afiyet olsun...

....balayina isyan....


12 Temmuz 2010 Pazartesi

11 Temmuz'da Saraybosna'daydım Şekerim...

Ayy.. Çok acı yaa.. Bi görsen.. her yer mezarlık valla.
Ama Boşnak kahvesi içmelisin mutlaka  ..
Bir dahaki 11 Temmuzda birlikte gidelim söz ver bak ! ...
...
...
...
Artık moda haline gelmiş 11 Temmuzlardan birini daha dün idrak ettik.

Srebrenica Soykırımı'nı Anmak...
Bosna'da bundan 15 yıl önce yapılan büyük soykırımın en göze çarpan parçası. Uluslararası mahkemelerce "soykırım" olarak kabul edilen tek bölümü Bosna Soykırımı'nın.
Neden ?
Zira o kadar açık.. o kadar net ki yaşananlar. Artık kıvıracak, inkar edilecek tarafı kalmamış. Belgelenmiş, ispat edilmiş, belgeleri yok edilememiş, sümen altına atılamamış diğerleri gibi.
Çünkü ağlıyormuş belgeler.. bağırıyormuş.. kan damlıyormuş her yerlerinden.


BM askerlerinin Sırp kasaplarına teslim ettiği binlerce silahsız insan..
Kadınlarına yüzlerce kişi tecavüz etmiş. Hamile bırakılan kadınlar doğurana kadar salınmamış kapatıldıkları tecavüz kamplarından. Erkeklerine defalarca sıkılmış kurşunlar. Çocukların kafalarıyla top oynanmış.. İnsanlar öldürülmüş.. gömülmüş.. Toprağın altında çürüyen cesetleri saklayan gizli toplu mezarlar; sırp kepçeleriyle tekrar kazılmış..
Zavallı çocukların kolları bedenlerinden kopartılıp başka mezara gömülmüş ..
Bacakları başka mezarlarda kalmış. Kafaları babalarının yanında, küçük bedeleri annelerinin, elleri belki de hiç tanımadığı birinin kollarında...
Bir ölü, 10 mezarda yatmış Bosna'da.. Neden ? Cesetler teşhis edilemesin diye. Edilememiş de.. Bugün 30.000 kayıp ceset var hala Bosna topraklarında yatan...


Şimdi, Saraybosna'ya turlarla gitmek.. Orada yaşananları, hala kendi katilleriyle aynı şehirde yaşamak zorunda bırakılanları.. yani geride kalan Bosnalıları seyretmek için turistik seyahatlere çıkmak.. Onlara bakıp acımak.. onlara acırken kendi halimize şükretmek ikiyüzlülüğünü yapmak zamanı değildir.

Şimdi.. bilmek zamanıdır. Neler olduğunu, neler yaşandığını, neden yaşandığını..
Aynı tekrarların neden hep mazlum halklar üzerinde yaşandığını bilmek zamanıdır.


Şimdi.. olayları popüler medyadan değil, derinlerde saklanan, zor ulaşılan belgelerden öğrenmek zamanıdır. Ama, çaba sarfederek..
Arayarak.. Zorlanarak.. Terleyerek !


Bilen insan korkutur zalimi.
Zira; hayatı iyi bilen, kendisini iyi bilen,
zalimi de iyi bilir... kolayca çözer .
Zalimler en çok... okuyan adamdan, bilen kadından korkar..


Ve bugün okuyup öğrenenler, bir sonraki 11 Temmuz'da başka şeyler görecekler Bosna'ya baktıklarında...
Ve bilmeniz gerekenlerin linkini ben vermeyeceğim buradan.
O kadar kolay olmayacak.
Öğrenmek bedava olmayacak..
Siz uğraşacak, siz didinecek, siz bulacaksınız.
En iğrenç işkenceleri, en acımasız ölümleri içinizde hissedeceksiniz. Nihada anısına okunan "Srebrenica İnferno" yu dinlerken, boğazınıza kan dolacak, burnunuzda ölümü koklayacaksınız... Beethoven dinler gibi gözlerinizi kapatıp ritm tutamayacaksınız o zaman...  

Ruhun şâd olsun Bosna ve zalimin elinde can vermiş tüm mazlumlar...

8 Temmuz 2010 Perşembe

Kısa Film / ISLAND_ Fyodor Khitruk



 

Island - 1974 Cannes Film Festival Best Short Film



1974 yılında... Kapitalizmin boka çevirdiği bir adadan, bir odun parçasına tutunup farklı kolları çırpan iki kişinin aynı yöne gidebilme ümidi varmış en azından...
..diye bakılıp umutvâr olunabilir tabii ki bu kısa film vesilesiyle. Ancak tabii.. şöyle bir tarafı da var işin... Kapitalizm, militarizm, enflasyon, faşizm vs vs .. bütün bu ve bunun gibi kavramların içinin boşaltılıp sanki insandan bağımsız bir canlı organizmaymış gibi gösterilmesi de aynı dönemlere denk düşüyor.
Filmde verildiğinin aksine, adada kalan saf masum bir insan ve dışarıdan gelip her şeyi berbat eden bir düşman yok aslında. Senaristin, yönetmenin işin dışında tuttuğu kahraman ağabeyimiz de işin içindedir yani.. Kaldı ki o da o adaya, kendi isteğiyle düşmedi (!) . Ve hatırlanması gerekir ki, kendisini o ıssız adadan kurtaracak bir gemi arayışı içinde. Kurtulacak.. Nereye ? Modern dünyaya doğru..
Kapitalizm; insanın zaafları, kötülüğü, tüketme, yok etme hevesi olduğu için var. Yani o masum insanın adadan kurtulmak ve modern dünyaya dönmek arzusu, o adaya tek bir çiçek ekmemesi, emek vermemesi, orada kaldığı süre içerisinde tek amacının oradan kurtulmak olması; filmin senaryosunun ya da daha doğru bir söylemle bu senaryo yoluyla bana bir şeyler anlatmak isteyen kişinin, kapitalizmin ne kadar karşısında olduğu hakkında derin şüpheler uyandırır bende..
Ek olarak; Filmde, dışarıdan gelen ve kapitalizmi temsil eden her figüre dikkatlice bakmak gerekir. Bizim saf "insan" karakterimizin yanında ne kadar da güçlü, karşı koyulamaz duruyorlar. Ve bizim "kahraman" insanımız, adasına gelip ağacını kesen, boru hattı bağlayan adamlara karşı, tepki göstermiyor. Yani; iyi, doğru, saf insan olmak.. bunlara sessiz kalmak, direnç göstermemekle sembolize edilmiş. İşte bu film de, bu vesileyle hizmet veriyor aslında kapitalizme. Karşı durduğu gibi bir üst mesaj vermesine rağmen, aslında kapitalizme karşı yapılabilecek tek şeyin, fiti fiti yüzerek kaçmaktan başka bir şey olamayacağı öğretisiyle sonlanmış... Bu sebeple de, ödülünü almış zaten...

....balayına isyan....

5 Temmuz 2010 Pazartesi

başka bir dünya mümkün

Başka bir dünya mümkün… Neden bloğun ismi bu ?
Zira içerisinde yaşadığımız bu dünya, artık zıvanadan çıkmış bir sistemin rehberliğinde yaşıyor. Çok çalışanın, dürüst olanın, ahlâklı, erdemli olanın az kazandığı ve zorluklar içerisinde kaldığı ve fakat her türlü erdemi bir kenara bırakmış, aklını sadece ve sadece kendi yaşam konforunu genişletmek için kullanan acımasızların rahatça yaşadığı ve hatta itibar gördüğü bir dünyada yaşıyoruz artık. Bir yılda, beş yılda, on yılda bir değişmesi mümkün olmayan bakış açıları artık bir çırpıda değişiyor. Hepimiz, artık beş yıl önce düşündüklerimizi düşünemiyor, uygulayamıyoruz. Çare olarak ise, herkes bu akışa ayak uydurmayı seçmek zorunda kalıyor. Seçimini aksi yönde yapanlarsa, leş parçalarıyla dolu bu iğrenç çarkların arasında parçalanıp gitmeye mahkum oluyorlar.
"Başka Bir Dünya Mümkün" sizlere bu düzene karşı durabilmenin mümkün olduğunu, başka türlü düşünmenin olanaksız olmadığını ve hâlâ, başka bir dünyanın mümkün olduğuna inanan insanların olduğunu gösterecek bakış açıları sunmak için burada.
Bir delinin not defteri de diyebilirsiniz buna aslında. Zira bu blog, dünyayı battığı bu kanalizasyon çukurundan çıkartmak için kurulmuştur. Ve pekala sistemin gönüllü savunucuları tarafından deli saçması olarak nitelendirilebilir. Ve fakat şunu da söylemek isterim ki, bu umrumda olmaz.
Sonuç olarak; sistemin bana sunduğu bu sanal materyali kullanırken, ömrümün yarısına geldiğim süre içinde hâlâ (!) kaybetmemiş olduğumu bildiğim insanlığımın bu vesileyle elimden gitmeyeceği umuduyla, başlıyorum...

....balayına isyan....