27 Temmuz 2010 Salı

Yenilmek...

Eğer yaşıyorsan, hala yenilmemişsin demektir..
"Yenildim" diyorsan... Kazanmaya zaten hiç inanmamışsın demektir...
Yenildiğini söyleyerek, attığın adımı devam ettirebilecek "diğerleri"nin de önünü kesmiş olmak..
Yenilginin ta kendisi, asıl budur işte...

....balayina isyan....

17 Temmuz 2010 Cumartesi

BELKİ...

Ayağı takılmış, düşmemek için tökezleye tökezleye kontrolsüz adımlar atan ve her adımında etraftaki eşyalardan birine çarparak herşeyi kıran bir adam gibi hissediyorum kendimi.
Belki.. bir an önce düşmeden dengemi bulabilsem veya en kısa zamanda düşsem de.. yeniden kalkıp en azından şu kırdıklarımı temizlesem daha iyi olacak..
Kaldı ki, yeniden yürümeyi düşünebileyim..

14 Temmuz 2010 Çarşamba

İNSANİYET...

Yapabileceğim en tehlikeli şeyi yaptım.
Kendimi düşündüm. Neyi ne için yaptığımı...
İnsanı düşündüm, dünyayı… Ve bu noktaya nasıl geldiğimizi.

Bomboş bedenlerimize giydirdiğimiz bu elbise ve doğduğumuz gün bize hediye edilmiş kafamızın içine soktuklarımız ne de bol geldi bize !?
İnsan diye adlandırdığımız bu yaratık. Yani biz... Her birimiz...
Olanı değil de olmasını istediğimiz şeyi görmeyi ne zaman seçtik?
Ne zaman çocuklarımızı çok sevdik, onları “ küçük birer biz ” yapmaya uğraşırken?
Onlara “sevgi” diye verdiğimiz şeyin, aslında sadece kendi kişisel tatminimizi sağlayan en sahtekârca sahiplenme ve hükmetme duygusundan başka bir şey olmadığını, ilk ne zaman görmezden gelmeye başladık?

"En doğrusu"nu nasıl biz bildik hep?
Bedensel ve zihinsel gelişmenin bedeli olarak neden ruhumuzu ve insanlığımızı verdik?
Ve bugün niye buradayız?
Tam bulunduğumuz bu yerde...
Tüketmenin ve tükenmenin tam ortası.
Sadece malı değil... Sevgiyi, saygıyı, nefsi, ruhu, insanlığı tüketmenin en yüksek noktası...
Uygarlık! ... Adı bu.
Kendi kıçını kurtarma sanatı...
Duygularını gizlemenin maharet sayıldığı, “ihanetin imparatorluğu”nu kurdu insan.
...Ve şimdi artık... Asıl ve ilk önce yıkılması gerekenin bu olduğunu görecek gözü bile bırakmadı arkasında.
...Ve şimdi artık... Çığrından çıkmış bu acımasız sistemin yerine konabilecek yeni bir şey olmadığı için, hala ayakta bu vahşiler. Ki büyütüp besledikleri canavar kendi etlerini de kopardığı halde.
     Yozlaşmış kültürleri, insanlık cahili çocukları, tatminsiz karıları, iktidarsız, erkeklikten uzaklaşmış, metro seksüel kocaları ve hatta cinsiyetsiz komşuları vasıtasıyla...
Çünkü hala; insanı kontrol edecek, yönetecek, kullanacak, acımasızca sömürüp yağını emerek posasından bile faydalanabilecek yeni bir sistem yok ortada.

"İnsan"ın kendisine yaptığı bu zulmü, hiçbir canlı bir başkasına yapmadı.


Bir dakika sonra boğazındaki son nefesini çekip alacağı ceylana ölümü tattırırken, onunla oynaşmasında bile bu kadar acımasız değildi Aslan kendisine.
Sadece ceylana çektirdi acıyı Azrail’in kılıcı iken.
Aslan... Eğlenir, doyar, güçlenir, gider... Yediği ceylan zarar veremez ona.


Zira içeriden organlarını kemirebilecek hiç bir canlıyı yemez hayvan...
Hiç bir suyu içmez...

İnsan ise; adına her “gelişme” ya da “uygarlık” dediği şeyin, dönüp dolaşıp kendi yaşantısına, kişiliğine, ahlakına vereceği zararı görebilmekten bile aciz bırakmıştır kendisini.
Bu sebeple... Hayvandan daha şuursuz, daha zavallı, daha savunmasızdır “kendisi” karşısında.
Zira aklını, mantığını geliştirirken; içgüdülerini de köreltmiştir aynı zamanda... Ki o zehirli suyu içer...
Kendi elleriyle boyadığı, güzel kokularla bezediği, tatlandırdığı o zehirli suyu..
Kendisi koyar bardağına... Ve içer...


....balayina isyan....

13 Temmuz 2010 Salı

Kapitalizm ve Kürt Meselesi

Kapitalizm nasıl yayılır ve çalışır?



     Kürt–Türk çatışması denilen bu sunî çatışmanın altında yatan gerçek; sanırım bu sorunun cevabını bulmamızla zihinlerimizde daha aydınlık bir yere oturacaktır.

Bugün dünyaya kapitalizmi yayar gözüken ve bu yolla hakimiyet kurmuş olan ABD, öncelikle planlarını 100 yıllık periyodlara bölerek yapar. İşte bu yüz yıllık periyodlar içerisinde; Türkiye’nin ABD tarafından açıkça izlenmeye başlaması tam olarak Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına rastlamaktadır.

     Atatürk'ün Sivas Kongresi'ne kadar Cumhuriyet fikrinden kimseye bahsetmemiş olması sebebiyle, bu tarihten önce; Osmanlı’nın yıkılışından sonra kurulacak ülkenin yönetim şekli tartışılıyordu.
Bilindiği gibi kimi İngiliz mandası olma kimileriyse Amerikan himayesine girme fikirlerine yakındı. Hatta Sivas Kongresinin başlamasıyla, başında bir general olmak kaydıyla ABD’ye ait bir heyet Türkiye’ye gelip incelemeler yapmıştı.
Bu incelemeler, ABD’nin bu kadar karışık iç meselelere ve ortadan kaldırmaya ya da hükmetmeye güçlerinin yetmeyeceği bir lidere sahip bir ülkeyi himayelerine alamayacakları kararıyla sonuçlandı. Ancak ilişkiler hep sıcak kaldı. İşte o gün Türkiye’ye tabiri caizse “bulaşmayan” ABD, aslında 100 yıllık planını uygulamaya başlamıştı.
1974 yılına kadar Türkiye’yle hep dostane ilişkiler içinde oldular.
Fiilen sonlanmış bir Dünya Savaşını atom bombası atarak yeniden sonlandıran ve askerî hakimiyetini tüm dünyaya kabul ettiren ABD, ”fırsatlar ve özgürlükler ülkesi Amerika” sloganı ile, kapitalist yaşam biçiminin güzelliklerini de bir simulasyon olarak medya vasıtasıyla üçüncü dünya ülkelerine yayıyordu. Kendisi dışındaki tüm topraklarda çıkması muhtemel her türlü çatışmayı körükleyen, hatta bizzat çıkartan ve o topraklarda yaşayan mutsuz insanların ülkelerinden göç almaya başlayan bu devlet, yıllarca sağladığı beyin ve kültür göçleriyle bir millet haline geldi.
“ABD üzerinde yaşayan ve onun için çalışan herkes Amerikalı’dır ve eşit haklara sahiptir” söylemini geliştirerek tüm dünyaya yayan ülke yine O’ydu.
Ve fakat aynı ülke aslında kendi derin devleti vasıtasıyla derin devletinin kriterlerine uymayan kimseye yaşama hakkı vermiyordu. Örneğin Yahudi bir isim ve soy isminiz yoksa ticaret yapma şansınız yok gibiydi.
O tarihlerde; Amerika adına sporda, sanatta, bilimde türlü başarılar gösteren, o ülkenin bayrağını sallayan birçok kişi, zenci oldukları için kafelere restoranlara alınmıyorlardı bile.
     ABD, başka birçok üçüncü dünya ülkesi gibi Türkiye’den de özellikle siyasetçi, bürokrat ve bilim adamı yetiştirme konusunda göç aldı.
Yani eğer ülkenizi yönetmek istiyorsanız mutlaka kapitalist sistemin öğretilerini alacağınız bir son göreviniz olacaktı. İşte artık bu yöneticiler vasıtasıyla, meclisten çıkan her türlü karar kapitalist sistemin temsilcisi olan ABD’den onaylı oluyordu.


Temel amaç, eğitilmiş gözüken fakat cahil bırakılmış halklardı. Ancak bu sayede ülke medyasının inanmanızı istediği şeylere kolayca inanabilirdiniz.

Kapitalist sistem, gözünüzün gördüğü ve hatta görmediği her şeyi kapitale (sermayeye) dönüştürme eğilimindedir. Bunu depolar, reklamını yapar ve satar. Satışı yaparken birinci amaç daha fazla kâr elde etmektir.
Bunu sağlamak da ucuz işgücünden geçer.
Ucuz işgücünü artırmak sınıfları artırmaktan geçer.
Ne kadar eğitimsiz, fakir bırakılmış topluluk varsa o kadar da ucuz işgücü var demektir.
Bu toplulukların bilinçlenmesini önlemenin yegâne yolu ise onları ayrı tutabilmektir.
Bunu başarmanın tek yolu ise onlara bir alt kimlik kazandırmaktır.

Kapitalist sistemin işine gelen;
fakir ve ezilen Kürtler,
Avrupanın Kürtleri Türkler ve bunun gibi
toplumlar içinde ezildiğini zanneden (ve hatta ezilen) toplumlar yaratmaktır.

Bu toplumların hepsine ulaşabilip ticaretini hepsiyle yapabilmek içinse, kapitalist sisteme yegâne lazım olan kavram evrenselliktir.
Evrensellik içinde büyüyen Irkçılık...


     Kürtler diye oluşturulan bu kimlik, bir gün mutlaka yasal bir yapı kazanacaktır. Ve fakat gün gelecek onlara da ‘Kürt Ulusalcılığı’nın ne kadar çağ dışı olduğu dayatılacaktır.
Bugün sadece bir alt kimlik olan Kürtlük, yarın içinden x-kürtler adıyla bir alt kimlik çıkartılmış ve kendi vatandaşlık kavramını tartışan bir ulusa dönüşecektir.
Kapitalizm; yönlendirici ülke olan ABD ve ona karşı korunmacı ve paylaşımcı bir birlik olarak duran Avrupa Birliği’ni kurmuş olan ülkeler dışında kalan diğer tüm ülkelere, evrenselliğin (globalizm) doğruluğunu ve gerekliliğini anlatmasına rağmen, tam tersi olarak kendi içinde milliyetçi muhafazakâr bir bakış açısına sahiptir.

Demokrasi adına ülkeler işgal eden,
barış için atom bombası atan,
özgürlük için sansürleyen bu sistem,
kendi içinde birçok tezatla birlikte "şimdilik" yaşamaktadır.

İşte yukarıda sayılan tüm bu unsurlar ışığında kendisine gösterilenden başkasına inanmaya cesareti ve bilgisi olmayan halklar kolayca tahriklere kapılabilir, sunî gündemlerle sürekli meşgul tutulabilir.
     Bu bağlamda Kürt Sorunu denilen sunî soruna bakıldığında çok da farklı bir manzara çıkmaz karşımıza.
Asıl sorun; Güneydoğu illerimizdeki insanlarımızın okulsuz, doktorsuz, yolsuz, elektriksiz, hizmetsiz ve hatta aç bırakılmış olmasıdır.
Yıllarca hükümetlerin bilinçli olarak hizmet vermekten kaçındığı bu bölgelerde yaratılan terör ile başa çıkma işi, sadece savaşmayı bilen ordulara bırakıldığında o bölgelerde bolca acıdan sözetmek de pek muhtemel olacaktı ve oldu da zaten.

     Ancak bunun yanında; Türkiye’de bir Türk Irkçılığından bahsetmek söz konusu değildir.
Zira Irkçılık; genetik veya toplumsal özelliklerinden dolayı belli bir grubun kıskanılması, ya da ondan korkulması sonucu o grubun dışarı atılmaya çalışılması durumudur. Dışarıya atmanın son kademesi ise öldürmektir.
     Güneydoğu illerinden birinde doğdu, Kürtçe konuşuyor ya da “ben Kürt'üm” diyor diye kimse dışlanmamıştır bu memlekette ( göstermelik istisnalar kaideleri bozmuyor maalesef ).
Bu insanlar; Türkiye’nin tüm illerinde kardeşleriyle beraber ticaret yapmış, para kazanmış, harcamış, profesör, doktor, asker, siyasetçi, bürokrat, başbakan, hatta cumhurbaşkanı olmuşlardır.

Mahallelerimizde çocukluklarımız Kürtçe konuşan ve bizimle yaşayan arkadaşlarımızla, okul hayatlarımız ve daha sonra da iş yaşantılarımız yine bu insanlarla barış içinde süregelmiştir. Pekiyi şimdi ne olmuştur da bu birlik bozulmuştur?

Beşer, onar, yirmişer milyonluk sınıflara ayrılmış alt kimliklerle başetmek; Türkiye Cumhuriyeti adı altında birleşmiş, ortak dili konuşan ve birbirine vatandaşlık bağlarıyla bağlı 70 milyonluk bir ulus ile başetmekten daha kolaydır kapitalizm için. Bu sebeple, bu ulusu oluşturan unsurlar, farklı sebeplerle ayrılmaya, çatışmaya yönlendirilmektedir.

Türkiye’yi yöneten kurulu tüm kadrolar, zaten kapitalist sistemin yetiştirdiği Türk vatandaşlarıdır; yaptıkları ya da yapmadıkları şeylerin, uyguladıkları (adına devlet politikası dedikleri) politikaların sonuçlarının vahşi kapitalizme nasıl hizmet ettiğini bile anlamaktan aciz Türk vatandaşları...
İçlerine iktidar hırsı verilmiş, önce kendi paçasını kurtarmak derdinde olan bu insanlar, yine diğer bir iktidar hırsı içindeki Kürt muhalifleriyle karşı karşıya getirilirler.
Güneydoğu halkı “açız” diye haykırırken onlar federasyonlardan, açılımlardan bahsederler.
Ve işte karın doyurmak için ortaya alevli sıcaklar.
Şemdinli olayları, Ergenekon davaları, terörist saldırılar, linçler, kavgalar, gürültüler...
"Şef " in özel mönüsünden.
Afiyet olsun...

....balayina isyan....


12 Temmuz 2010 Pazartesi

11 Temmuz'da Saraybosna'daydım Şekerim...

Ayy.. Çok acı yaa.. Bi görsen.. her yer mezarlık valla.
Ama Boşnak kahvesi içmelisin mutlaka  ..
Bir dahaki 11 Temmuzda birlikte gidelim söz ver bak ! ...
...
...
...
Artık moda haline gelmiş 11 Temmuzlardan birini daha dün idrak ettik.

Srebrenica Soykırımı'nı Anmak...
Bosna'da bundan 15 yıl önce yapılan büyük soykırımın en göze çarpan parçası. Uluslararası mahkemelerce "soykırım" olarak kabul edilen tek bölümü Bosna Soykırımı'nın.
Neden ?
Zira o kadar açık.. o kadar net ki yaşananlar. Artık kıvıracak, inkar edilecek tarafı kalmamış. Belgelenmiş, ispat edilmiş, belgeleri yok edilememiş, sümen altına atılamamış diğerleri gibi.
Çünkü ağlıyormuş belgeler.. bağırıyormuş.. kan damlıyormuş her yerlerinden.


BM askerlerinin Sırp kasaplarına teslim ettiği binlerce silahsız insan..
Kadınlarına yüzlerce kişi tecavüz etmiş. Hamile bırakılan kadınlar doğurana kadar salınmamış kapatıldıkları tecavüz kamplarından. Erkeklerine defalarca sıkılmış kurşunlar. Çocukların kafalarıyla top oynanmış.. İnsanlar öldürülmüş.. gömülmüş.. Toprağın altında çürüyen cesetleri saklayan gizli toplu mezarlar; sırp kepçeleriyle tekrar kazılmış..
Zavallı çocukların kolları bedenlerinden kopartılıp başka mezara gömülmüş ..
Bacakları başka mezarlarda kalmış. Kafaları babalarının yanında, küçük bedeleri annelerinin, elleri belki de hiç tanımadığı birinin kollarında...
Bir ölü, 10 mezarda yatmış Bosna'da.. Neden ? Cesetler teşhis edilemesin diye. Edilememiş de.. Bugün 30.000 kayıp ceset var hala Bosna topraklarında yatan...


Şimdi, Saraybosna'ya turlarla gitmek.. Orada yaşananları, hala kendi katilleriyle aynı şehirde yaşamak zorunda bırakılanları.. yani geride kalan Bosnalıları seyretmek için turistik seyahatlere çıkmak.. Onlara bakıp acımak.. onlara acırken kendi halimize şükretmek ikiyüzlülüğünü yapmak zamanı değildir.

Şimdi.. bilmek zamanıdır. Neler olduğunu, neler yaşandığını, neden yaşandığını..
Aynı tekrarların neden hep mazlum halklar üzerinde yaşandığını bilmek zamanıdır.


Şimdi.. olayları popüler medyadan değil, derinlerde saklanan, zor ulaşılan belgelerden öğrenmek zamanıdır. Ama, çaba sarfederek..
Arayarak.. Zorlanarak.. Terleyerek !


Bilen insan korkutur zalimi.
Zira; hayatı iyi bilen, kendisini iyi bilen,
zalimi de iyi bilir... kolayca çözer .
Zalimler en çok... okuyan adamdan, bilen kadından korkar..


Ve bugün okuyup öğrenenler, bir sonraki 11 Temmuz'da başka şeyler görecekler Bosna'ya baktıklarında...
Ve bilmeniz gerekenlerin linkini ben vermeyeceğim buradan.
O kadar kolay olmayacak.
Öğrenmek bedava olmayacak..
Siz uğraşacak, siz didinecek, siz bulacaksınız.
En iğrenç işkenceleri, en acımasız ölümleri içinizde hissedeceksiniz. Nihada anısına okunan "Srebrenica İnferno" yu dinlerken, boğazınıza kan dolacak, burnunuzda ölümü koklayacaksınız... Beethoven dinler gibi gözlerinizi kapatıp ritm tutamayacaksınız o zaman...  

Ruhun şâd olsun Bosna ve zalimin elinde can vermiş tüm mazlumlar...

8 Temmuz 2010 Perşembe

Kısa Film / ISLAND_ Fyodor Khitruk



 

Island - 1974 Cannes Film Festival Best Short Film



1974 yılında... Kapitalizmin boka çevirdiği bir adadan, bir odun parçasına tutunup farklı kolları çırpan iki kişinin aynı yöne gidebilme ümidi varmış en azından...
..diye bakılıp umutvâr olunabilir tabii ki bu kısa film vesilesiyle. Ancak tabii.. şöyle bir tarafı da var işin... Kapitalizm, militarizm, enflasyon, faşizm vs vs .. bütün bu ve bunun gibi kavramların içinin boşaltılıp sanki insandan bağımsız bir canlı organizmaymış gibi gösterilmesi de aynı dönemlere denk düşüyor.
Filmde verildiğinin aksine, adada kalan saf masum bir insan ve dışarıdan gelip her şeyi berbat eden bir düşman yok aslında. Senaristin, yönetmenin işin dışında tuttuğu kahraman ağabeyimiz de işin içindedir yani.. Kaldı ki o da o adaya, kendi isteğiyle düşmedi (!) . Ve hatırlanması gerekir ki, kendisini o ıssız adadan kurtaracak bir gemi arayışı içinde. Kurtulacak.. Nereye ? Modern dünyaya doğru..
Kapitalizm; insanın zaafları, kötülüğü, tüketme, yok etme hevesi olduğu için var. Yani o masum insanın adadan kurtulmak ve modern dünyaya dönmek arzusu, o adaya tek bir çiçek ekmemesi, emek vermemesi, orada kaldığı süre içerisinde tek amacının oradan kurtulmak olması; filmin senaryosunun ya da daha doğru bir söylemle bu senaryo yoluyla bana bir şeyler anlatmak isteyen kişinin, kapitalizmin ne kadar karşısında olduğu hakkında derin şüpheler uyandırır bende..
Ek olarak; Filmde, dışarıdan gelen ve kapitalizmi temsil eden her figüre dikkatlice bakmak gerekir. Bizim saf "insan" karakterimizin yanında ne kadar da güçlü, karşı koyulamaz duruyorlar. Ve bizim "kahraman" insanımız, adasına gelip ağacını kesen, boru hattı bağlayan adamlara karşı, tepki göstermiyor. Yani; iyi, doğru, saf insan olmak.. bunlara sessiz kalmak, direnç göstermemekle sembolize edilmiş. İşte bu film de, bu vesileyle hizmet veriyor aslında kapitalizme. Karşı durduğu gibi bir üst mesaj vermesine rağmen, aslında kapitalizme karşı yapılabilecek tek şeyin, fiti fiti yüzerek kaçmaktan başka bir şey olamayacağı öğretisiyle sonlanmış... Bu sebeple de, ödülünü almış zaten...

....balayına isyan....

5 Temmuz 2010 Pazartesi

başka bir dünya mümkün

Başka bir dünya mümkün… Neden bloğun ismi bu ?
Zira içerisinde yaşadığımız bu dünya, artık zıvanadan çıkmış bir sistemin rehberliğinde yaşıyor. Çok çalışanın, dürüst olanın, ahlâklı, erdemli olanın az kazandığı ve zorluklar içerisinde kaldığı ve fakat her türlü erdemi bir kenara bırakmış, aklını sadece ve sadece kendi yaşam konforunu genişletmek için kullanan acımasızların rahatça yaşadığı ve hatta itibar gördüğü bir dünyada yaşıyoruz artık. Bir yılda, beş yılda, on yılda bir değişmesi mümkün olmayan bakış açıları artık bir çırpıda değişiyor. Hepimiz, artık beş yıl önce düşündüklerimizi düşünemiyor, uygulayamıyoruz. Çare olarak ise, herkes bu akışa ayak uydurmayı seçmek zorunda kalıyor. Seçimini aksi yönde yapanlarsa, leş parçalarıyla dolu bu iğrenç çarkların arasında parçalanıp gitmeye mahkum oluyorlar.
"Başka Bir Dünya Mümkün" sizlere bu düzene karşı durabilmenin mümkün olduğunu, başka türlü düşünmenin olanaksız olmadığını ve hâlâ, başka bir dünyanın mümkün olduğuna inanan insanların olduğunu gösterecek bakış açıları sunmak için burada.
Bir delinin not defteri de diyebilirsiniz buna aslında. Zira bu blog, dünyayı battığı bu kanalizasyon çukurundan çıkartmak için kurulmuştur. Ve pekala sistemin gönüllü savunucuları tarafından deli saçması olarak nitelendirilebilir. Ve fakat şunu da söylemek isterim ki, bu umrumda olmaz.
Sonuç olarak; sistemin bana sunduğu bu sanal materyali kullanırken, ömrümün yarısına geldiğim süre içinde hâlâ (!) kaybetmemiş olduğumu bildiğim insanlığımın bu vesileyle elimden gitmeyeceği umuduyla, başlıyorum...

....balayına isyan....